Bir taraftan G 8 ülkeleri, dünyanın açlıktan ölümlerin yaşandığı ülkelerinin borçlarının silinmesi için Japonya’nın Okinawa adasında kuş sütünün dahi bulunduğu muhteşem sofralarda toplanır ve sözde çözüm ararlarken, bir taraftan da Amerika’nın Camp David eyaletinde(!) asırlık bir pazarlığın sonuçlandırılması için kozlar paylaşılıyordu.
Kuzey güney dengesinin her geçen gün güney aleyhine biraz daha negatif yönde geliştiği, ve dünya ikliminin de her geçen yıl 0.01 C derece arttığı ahlak erozyonunun ve “kötülük” çığının katlanarak büyüdüğü dünyada ne karşılıksız verilmiş veya elde edilmiş ki yüzyılın çatışması iki kişinin iki dudakları arasında mutabakata varılsın. Barış adına atılan en kötü adım bile savaş adına en güzel adımdan daha iyidir değeryargısını hipotez olarak koyarsak, ancak bu şekilde bu gelişmeleri “iyi” ya da “pozitif” olarak görebileceğiz.
Bütün bunların yanında yine de bir araştırmacı, bir gazeteci veya bir yazar olarak cereyan eden paylaşımın “arka planında neler var, veya ne pahasına” sorularını beyin hücrelerimdeki sinapsların ucundan kurtaramıyorum. Clinton’a İsrail-Filistin meselesiyle ilgili tonlarca kitap okutacak, 1978’den bu yana olan kaynakları taratacak, G 8 zirvesine gecikmeyle gitmeye değecek derecede önemli olan nedir?
Öncelikle sorun nedir? Sorun 1967’den buyana İsrail tarafından işgal edilen toprakların ne kadarından İsrail’in çekileceği, doğu Kudüs’teki egemenliğin, hangi şartlarla ne şekilde paylaşılacağı, Kurulacak olan (bütün dünyaca tanınacak olan) bir Filistin devletinin sınırlarının nasıl şekilleneceği, İsrail’in muhtelif yerlerindeki mülteci Filistinlilerin geri dönüş haklarının ne olacağı ve ağırlıklı olanı ise Kudüsün paylaşımıdır. Çünkü Kudüs her iki din için de harem-I şerif’tir. Mesela, İslamiyetin ikinci kabesidir.
Filistin liderinin, Başkent yapılması düşünülen doğu Kudüs üzerinde tam ve bütün eğemenlik yetkisini kazanmadan barışa imza atmayacağı kesinken, Barak’ın da böylesi bir şarta imza atması şimdilik mümkün görülmemektedir.
Oysa ki, Filistin-İsrail müzakeresinde orta yol, Doğu Kudüs’ün üçte ikisinin Filistin Devletinin tam egemenliğine, üçte birinin de güvenliğin İsrail’de kalmak kaydıyla Filistin idaresindeki bir yönetime bırakılmasıdır. Her iki taraf ta nihayetinde bu noktaya gelmek zorundadır.
Kriz doruk noktasındayken, Barak Arafat’a “ikinci bir zirveye kadar başbakan olarak kalamayabilirim” mesajını gönderirken, Arafat da “Eğer Kudüs konusunda taviz verirsem beni öldürürler ve siz de görüşmeleri HAMAS lideri Şeyh Yasin’le sürdürürsünüz” demesi zirvenin hoş anekdotları arasında yer almıştır. (İsrail için görüşmelere Hamas’ın katılması barış yapma ihtimalinin hiç olmaması anlamına gelir)
Amerika’nın Clinton eliyle elde etmek istediği barış bütün sorunlarını çözmüş olan İsrail’in AB’ne aday üye olması imkanının sağlanmasıdır. Böylesi önem verilen barışla Amerika İsrail aracılığıyla AB’ne içerden müdahale etme imkanına kavuşacaktır.
Bu zirve barışla neticelenmese bile önemli bir dönüm noktasıdır. Şu kesin ki artık İsrail Filistin meselesinde de hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. En azından artık kimin ne kadar taviz vereceğinin tahmini yapılabilmektedir