Resim: Niccolò Machiavelli, Kırkdokuz Elli, Bir Yarım Yüzyılın Dejavusu

 

Niccolò Machiavelli okuyorum.
Okudukça İbrahim Zübükzadeyi hatırlayıp DEJAWUUUUUWWWW diyorum.
Sevgili Aziz Nesin ne güzel yazmış. Ve o huysuz, cimri (tutumlu)))) adam, Kâmâl Sunal ne de güzel canlandırmış.
Dejawu yaşamak için, bu günün yönetim tarzını anlamak için, Machiavelli okumak beni daraltır derseniz o zaman bir kez daha, ZÜBÜK filmini izleyin ve siz de gülümseyin.
Önce gülümseyelim, ardından, Dejavuunun gizemiyle trajikomik kategoriden ilerleyerek, yandan yandan dokunduralım. İşe Machiavelli’ye yüzeysel de olsa minik değinilerle başlayalım.
Hz. Machiavelli:
İtalyan Rönesansının en önemli figürlerinden diye başlasak ta bir kaç paragraflık girizgah niteliğindeki biyografisine, wikipedi, kendisini tarih ve politika biliminin kurucu saymış. (Bu fikre katılmasam da, wikipedi’nin bu başlıktaki maddesini / ‘entrisini’ değiştirmeye muktedir olmadığım için, “he diyoruz” geçiyoruz.
Benim ilk okuduğum kitabı “prens” tir. Tabi o zamanlar mecburen çevirilerden okuyorduk. Belli bir zaman sonra, dile hakimiyet artınca, çevirilerdeki terimlerin etimolojik maceraları arasında kaybolup gidiyorsunuz. Hazretler o günden bu güne, maalesef siyasetin politikACILARINI son derece veciz ve bilimsel bir şekilde yazdığı gibi, tıpkı “matrix resurrection’daki gibi, “oyunun oyunu” havasıyla siyaset biliminin bilimsel ve kültürel VARSAYILAN raconlarını kesip dağıtmıştır miladi dünya tarihinin taaa, 1500’lü yılların başlarında.
Hazretler Floransalı olduğu için, önce kişinin yetiştiği yere bakmak gerek onu anlamak için. Floransa altlarından ırmaklar akan)) olmasa da içinden Arno nehrinin geçtiği bir yerleşim yeri. Bunu neden yazdım çok önemli. Çünkü bir kere floransa hem turizm hem de denizcilik bakımından gelişmiş bir yerleşim yeridir. Kentin bu fiziksel altyapısının üzerine, denizciliğin ‘ötekinin daha iyi bilindiği’ ve görüldüğü kozmopolitliğini eklediğimizde, Arno’nun akıcılığını eklediğimizde, üzerine bir de konjonktürün (İtalyan rönesansının) dağdağalı kavak yelleri esen etkisini, bir de kendisinin manipülasyona ve kayıtsızlık psikolojisine yatkınlığını eklediğimizde, zaten PRENS ve SÖYLEVLER kendiliğinden yazılması gerekiyor. Bu şartlarda ben de yaşasaydım, bunları yazar söylevlerin üzerine bir de “söylenemeyen söylevleri” eklerdim.)) Da Vinci ve Michelangelo nun izlerinin görüldüğü kentte Machiavelli bunları yazmasa ayıp etmiş olurdu. Hele ki, Jul Sezar diktatörünün kemiklerinin mermer tozuna dönüştüğü bu coğrafyada.
Bir kere Machiavelli, insan doğasını oldukça iyi anlamış aynı zamanda bu insan doğasının, evrenin bir yansıması olduğunu da çözmüş birisidir. Öyle ki, Psikanalizin Kurucusu S. Freud “id” “ego” ve “süperego” terimlerini ortaya koyarken, hazretlerin bu çözümlemelerini de kompoze etmiştir.
Machiavelli, doğanın varsayılan ayarının kaos olduğundan hareketle, ondan evrimleşen kozmozu toplum bilimine uyarlamış ve buradan da o dönemin İtalyasının parça pınçık halini görüp içerleyerek, Prens’teki düşüncelerini söylevlere yansıtarak AMAÇ ARAÇ ilişkisinde hayatın en çirkin ve gerçekçi yönünü açığa çıkarmıştır. İşte bu nedenledir ki, her siyaset (politika) içerikli yazılarıma, politikACIları musallat ediyorum.
Neyse ki, Kuzey Akdeniz kıyılarının güzide Floransa ve Toskana bölgesine uygun şekilde, biz dünya insanlarına seküler bir yaşamı işaret etmesi, onun NABZA ŞERBET VEREN bilimselliğini ve sosyalitesini unutturmakta.
Gelelim onun sosyalitesindeki psikanalitik uzanıma:
Machiavelli “amaç aracı meşru kılar” dese de, o amacın kime ve neye göre, hangi zamanda tanımlandığı gerçeğini ise, koskoca bir tarihe, bir döneme, büyük bir savaşa PİRUS SAVAŞI sıfatını kazandırabileceğini göstermektedir. Tıpkı bu, “hain” “kahraman” “şehit” gibi kavramların tarihe ve topluma göre değişebileceği gerçeği gibi. İnsanın varsayılan ayarından taşan doyumsuzluk dürtüsünün, froidyan mantıkla, ‘id’ini zaptedemeyen insanların içinden çıkan erdem yoksunu iktidarların kitleleri, magazinle, diziyle, müzikle, dinle, teokratik sporla etkisizleştirerek “iyi“lik adına ne varsa tersyüz ederek, önüne bırakılan dünyalık servetlere tav olarak, bir avuç hanedanın emri altında evrimleşmiş kozmoza inat, kaosun varsayılan siyaset oyununun figüranlığını yapmakta. Hatta bu iktidar sahipleri son yüz yıldan bu yana tarihe damgasını vurmakta olan M. Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’deki şu sözleri tüyleri dikenlendirmekte. “… Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler…..”
Kıkdokuz Elli; Bir Yarım Yüzyıllık Dejavu
Çevremizde olup bitenlere göz attığımızda, neyin nasıl olmaması gerekiyorsa o şekilde olduğu gerçeği, Farkındalık düzeyi yüksek olan insanların bir çoğu tarafından gözlemlenmektedir. Bu durum, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde çok daha belirgin olarak hissedilmekte, nerede bir uyanış ve farkındalık hareketi başlasa, tokmak oyunundaki gibi, şu veya bu şekilde bir tokmak o kişiyi ve hareketi deliğine sokmaya çalışmakta. Kitleler üzerindeki esaretin acıtmaz olmuş prangaları tokmağı da tokmakçıyı da düzeni koruyan iktidar gibi görmektedir. Tıpkı Machiavelli’nin devrinde ve eserlerinde görüldüğü gibi. Tıpkı Aziz Nesin’in yazmış olduğu Kâmâl Sunal’ın oynadığı Zübük filmindeki gibi.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler bu süreci yüzyıllarca yaşarken, ülkemiz özellikle son elli yıldan bu yana bu süreci çok daha belirgin bir şekilde yaşamakta. Beyin ve düşünce üzerindeki kozaları parçalamak isteyen her teşebbüs, o dönemin Floransa’sındaki parça-pinçik yapı gibi dağıtılmakta.
Sonuç olarak ben bu günkü İBRAHİM ZÜBÜKZADE SİYASETİNE NE KADAR GICIK KAPTIYSAM, HZ. MAKYAVELLİ’NİN turşu suratına rağmen onun Uffizi müzesindeki heykeline bayıldım doğrusu. İtalyan sanatının mermere iz düşümünün ahengiyle şâd oluyoruz.
Hayat bu, resim, heykel ayırırken, (ses) birleştirir içine sızar insanın. Ama öyle resim ve heykeller olur ki, müzikten daha lezzetli sızar insanın içine.
Sonucu yazmadan yazıyı kapatmayalım.
Kim ne derse desin, Makyavelli Prens ve Söylevleri yazarken, evrenin ve biz homosapiyen sürüsünün varsayılan ayarını iyi keşfetmiş ve o günden bu güne, siyaset aynı varsayılan ayarda Arno nehri gibi akıp gelmiş.
Bazen bir yazıya başlarım, yazının kategorisini ve şeklinin ve şemalinin neye benzediğini düşünmem. Bilimin ışığı altında hangi parantez aralarını bezeyeceğime odaklanırım, bu da bana yeter de artar. Son not: Kâmâl Sunal’ın ZÜBÜK filmini izlemeyen kalmasın, izleyenler de yarınların aydınlanması adına bir kez daha izlesin.
Esenlik ve aydınlık yarınlar dileklerimle.
Paylaş