Çevre, insan zaman kavramlarında odaklaştırabileceğimiz “değişim” ve onun vazgeçilmez özelliği olan “değişme”yi kasdediyoruz kültür kavramıyla. Yani üç temel üzerine inşa olunan kültür, bir nev’i insanın bir heykeltraş gibi elindeki malzemelerle maddi ve manevi yönleriyle değiştirmesi, ilmik ilmik örmesidir çevresini.

Çevre bağlamında; aslı, bozulmamış dışardan en ufak bir etki ve değişim görmemiş, tabiata insanın maddi ve manevi bir müdahalesidir. Buna paralel olarak her heykeltraş elindeki malzemelerle çevresinde farklı motifler oluşturacak, farklı kültürler/medeniyetler kuracaktır.

Zaman bağlamında; “ileri” veya “geri” toplumlar diye niteleyebileceğimiz, oysa bir kavram yanılmasından başka bir şey olmayan kültür ve/veya medeniyetler gerçekte bir farklılığın ürünüdür. “A” kültürü “B” kültüründen farklı zamanlarda görülmüş, farklı yaşam tarzları, farklı hukuksal düzenleri olabilir. İşte bize düşen bunları “ileri” veya “geri” diye nitelemekten çok “farklı kültürler” şeklinde mütaala etmemizdir. Buradan neyi çıkarabiliriz “Ben merkezli toplum”dan “ademimerkeziyetçi toplum modeline geçişin bir basamağıdır. Örneğin bunu dini bazda düşünürsek düşünce ve inanç hürriyeti anlamında laiklik kavramına ulaşırız.

Zaman süreci içinde tekerleğin bulunduğu asırda o tekerlek ne kadar pratik ise, günümüze göre de o tekerleğin yerini tutan araçlar aynı pratik öneme haizdir.

Teknolojik değişme ve farklılaşma anlamında gelişme akılları durdururcasına hızla yayılırken akademik sahada ve pratik hayatta uzmanlaşmanın hızla arttığı bir dönemde ‘bilgi toplumu’nun gereği ister istemez bir değişim anaforunun içine çekiyor insanı. Tabi ki “derdetme dünyayı düşünme derin” sözünün muhatabı kabul etmiyorsanız kendinizi. Ve ilginç olanı da değişim arenasında değişim anaforuna girdiğiniz zaman sosyokültürel çevre, psikolojik yapınız ve/veya beklentileriniz sizi kendi kendinizi tamamlamaya mecbur hatta mahkum ediyor. Ki bu arenada kendinizi pasifize edilmiş görmek istemiyorsanız.

Kültürel standartlara ulaşma mecburiyetiniz hatta mahkumiyetiniz sizi ‘zaman’la yarışmaya itiyor. Müteakiben ancak ve ancak okuyarak/öğrenerek her gün “daha fazla bir şey öğrenme” zorunluluğu kendini gösteriyor. Sizi kitaplara kitapların ötesinde yazarlarıyla derinlemesine söyleşi yapmaya zorluyor. Kültür akışkanlığının sağlıklı bir zemine oturtulabilmesi için ‘iletim’ araçlarının ‘iletişim’ araçları şekline dönüştürülmesi gereği ortaya çıkıyor. Bu gelişmeler paralelinde diğer iletim araçları gibi-en tipik bir iletim aracı olarak – kitaplara, yakın gelecekte yazarlar ve yayınevlerinin anket formu koyma zorunluluğunda kalacakları ihtimali kuvvetlidir.

İşte asırlar önceki tamtam ve tamtamcıların yerini bu gün dijital düğmelere dokunan parmakucu toplumu alıyor. Bu toplumda yaşamanın zaruriyeti gereği, bilgi düzeyini muhafaza edebilmek ancak hızla bilgi düzeyini artırmakla mümkün hale geliyor. Buna da “bilgi toplumunun standardı muhafaza edebilmesi mitosu” diyebiliriz.

Zaman içinde bulunduğumuz topluma ve onun ürünlerine yabancılaşmamamız için her gün sürekli yeni bir şeyler okumamız/öğrenmemiz gerekiyor. Yoksa bu seyir içinde okumayan insan, dijital düğmelere basan parmakucu toplumunda tamtam çalmaktan öteye gidemeyecektir.

Not: Bu yazı 10.10.1992 tarihinde Akademos dergisinde yayınlanmıştır.

Not:
Bu sitede yayınlanmakta olan yazılar https://www.yazarport.com, https://www.bilgiagi.net, https://www.gunesgazetesi.net, https://www.bilgievreni.com, https://www.siyasalforum.net https://www.gercekgazete.web.tr ile, Gerçek Gazete, Halkın Sesi, Güney Marmara Yaşam ve Fatsa Güneş gazetelerinde yayınlanmaktadır. Yazarın izni olmaksızın başka hiçbir yayın organında kaynak veya dipnot göstermeksizin kısmen veya tamamen alınamaz, çoğaltılamaz.

Paylaş

Etiketler: , , , , , ,